Evvelâ: Kur'anın nakş-ı hurufundaki bir nevi mu'cizesini gözlere dahi gösterecek bir tarzda yazdırılan ve bu zamanda izhar edilen mu'cizeli ve yaldızlı Kur'anımız evvelce tab' için Almanya'ya gönderilmiş ve İstanbul'da da gayret edilmişse de üç renk üzerine tab' edilmesi fazla bir masrafa ihtiyaç göstermesi gibi manilerden geri kalmıştı. Bu defa matbaa işlerinde fazla ilerlemiş olan İtalya'ya nümune için bir cüz'ü gönderildi. İstanbul'da mümkün olursa tab'ı için tekrar teşebbüse geçildi. Ve şimdilik bir renk mürekkeble aynı tevafuku muhafaza ile tab' edilmesine başka yerde başlanacak. Ondan sonra inşâallah tam yaldızlı olarak ve üç renk ile Mısır ve Almanya veya İtalya gibi bir yerde tab'edilecek.
Ceylan, Zübeyr
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın iki yüz aksam-ı i’caziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda Kur’an-ı Azîmüşşan’ı, Hâfız Osman hattıyla taayyün eden Ve Âyet-i Müdâyene mikyas tutulan sahifeleri Ve Sure-i İhlas vâhid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i’cazı göstermek tarzında bir Kur’an yazmağa dair mühim bir niyetimi; Hizmet-i Kur’an’daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek Ve onların fikirlerini istimzaç etmek Ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum.
Şu Üçüncü Kısım “Dokuz Mesele”dir.
Kur’an-ı Azîmüşşan’ın enva-ı i’cazı kırka bâliğ olduğu, İ’caz-ı Kur’an namındaki Yirmi Beşinci Söz’de bürhanlarıyla ispat edilmiş. Bazı envaı tafsilen, bir kısmı icmalen muannidlere karşı dahi gösterilmiş.
Hem Kur’an’ın i’cazı, tabakat-ı insaniyede kırk tabakaya karşı ayrı ayrı i’cazını gösterdiği, On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşareti’nde beyan edilmiş ve o tabakatın on kısmının ayrı ayrı hisse-i i’caziyelerini ispat etmiş.
Sair otuz tabaka-i âher, ehl-i velayetin muhtelif meşrepler ashabına ve ulûm-u mütenevvianın ayrı ayrı ashablarına ayrı ayrı i’cazını gösterdiğini, onların ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn derecesinde Kur’an hak Kelâmullah olduğunu iman-ı tahkikîleri göstermişler. Demek her biri, ayrı ayrı bir tarzda bir vech-i i’cazını görmüşler.
Evet, ehl-i marifet bir velinin fehmettiği i’caz ile, ehl-i aşk bir velinin müşahede ettiği cemal-i i’caz bir olmadığı gibi; muhtelif meşaribe göre cemal-i i’cazın cilveleri değişir. Bir ilm-i usûlü’d-din allâmesinin ve bir imamının gördüğü vech-i i’caz ile, füruat-ı şeriattaki bir müçtehidin gördüğü vech-i i’caz bir değil ve hâkeza…
Bunların tafsilen ayrı ayrı vücuh-u i’cazını göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardır, ihata edemiyor; nazarım kısadır, göremiyor. Onun için yalnız on tabaka beyan edilmiş, mütebâkisi icmalen işaret edilmiş.
Şimdi o tabakalardan iki tabaka, Mu’cizat-ı Ahmediye risalesinde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmıştı.
Birinci Tabaka: “Kulaklı tabaka” tabir ettiğimiz âmî avam yalnız kulak ile Kur’an’ı dinler, kulak vasıtasıyla i’cazını anlar. Yani der: “Bu işittiğim Kur’an, başka kitaplara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde olacak. Umumun altındaki şık ise kimse diyemez ve dememiş, şeytan dahi diyemez. Öyle ise, umumun fevkindedir.”
İşte bu kadar icmal ile On Sekizinci İşaret’te yazılmıştı. Sonra onu izah için Yirmi Altıncı Mektup’un “Hüccetü’l-Kur’an Alâ Hizbi’ş-Şeytan” namındaki Birinci Mebhası, o tabakanın i’cazdaki fehmini tasvir ve ispat eder.
İkinci Tabaka: “Gözlü tabakası”dır. Yani, âmî avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyyunlar tabakasına karşı, Kur’an’ın göz ile görünecek bir işaret-i i’caziyesi bulunduğu, On Sekizinci İşaret’te dava edilmiş. Ve o davayı tenvir ve ispat etmek için, çok izaha lüzum vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz’î birkaç cüz’iyatına işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve tehiri daha evlâ olduğuna kat’î kanaatimiz geldi.
Şimdi o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için, kırk vücuh-u i’cazdan göz ile görülen bir vechini ve o vechin on cüzünden bir cüzünü Kur’an’ın nakş-ı hattında göstermeyi niyet ettik. Vakt-i merhunu geldiğini telakki ediyoruz.
O sair vücuh-u i’caziye ise, bir kısmı Yirmi Beşinci Söz’de kısmen tafsilen, kısmen icmalen beyan edilmiş. Bir kısmı sair Sözlerde müteferrik parçaları zikredilmiş. Bir kısmı Arabî risalelerimde onlara işaret edilmiş.
Ve bilhassa nazm-ı Kur’an’daki i’caz-ı belâgatı kim görmek isterse, İşaratü’l-İ’caz namındaki Arabiyyü’l-ibare olan tefsire baksın. Baştan aşağıya kadar o i’cazı tahlil edip, ilmî bir surette göstermiştir.
Hakaik-i Kur’aniyenin hakkaniyet cihetinden gelen i’caz-ı manevîyi kim görmek isterse, Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur eczalarına baksın. Onlar o i’caz-ı manevînin unvanlarıdır, onlarda gayet parlak o i’caz görünür.
***
Sözler namında yazılan risaleler, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir nevi tefsir-i hakikisi olduğu ve o tefsirin telifinde merci ve me’haz ve hakiki üstad ve tam rehber, sırf âyât-ı Kur’aniye olduğu ve fakir ve âciz bu müellifin hissesi onda sırf bir tercüman olduğu ve doğrudan doğruya o risaleler, Kur’an’ın hakaiki ve o hakaikin bürhanları olduğu ve Kur’an’ın elinde bir kılınç hükmünde olarak o kale-i kudsiyeye gelen tehacümata karşı duran ve manen Kur’an’ın manası ve lâyenfek ondan gelmiş manevî bir cüzü olduğunu ve bütün kuvvetleriyle o Kur’an’a bakar ve işaret eder ve onu hedef ittihaz ederler.
Ve âyâtından gelen sünuhat ve ilhamat olduğunu ve müellifinin iktidar ve ihtiyarının pek fevkinde bir tarzda olduklarını mükerreren ispat edip beyan ettiğimiz halde...
Kur’an namına ve Kur’an hesabına rekabetkârane bunlara bakmak ve onlardaki i’caz-ı Kur’an’dan in’ikas eden cilveleri Kur’an’ın hakiki i’caziyle muvazene etmek ve rekabetkârane onların sukutunu ve kesadını ve çürüklüğünü arzu etmek, elbette Kur’an’a sadakat değildir. Çünkü Kur’an’ın elindeki kılıncı Kur’an’a çevirmek ve Kur’an’ın sadık hizmetkârını Kur’an’a karşı mübareze vaziyetini vermek ve Kur’an’dan gelen ve Kur’an’ın nurundan ve mizan-ı i’cazında bulunan nurlarını, Kur’an’a karşı muvazene etmek elbette bir hıyanettir ve bir cinayettir. Sakın dikkat ediniz ki nefs-i emmare bu cihette sizi aldatmasın.
Hem Kur’an-ı Azîmüşşan’ın güneşini, âyinelerdeki küçücük cilveleriyle muvazene edip, kıymetini tenzil etmek ve cidden iltizam ve muhabbete lâyık olan o nurlara, Kur’an hesabına bir nevi adâvetkârane ve tenkitkârane bakmakla onların feyizlerinden mahrum kalmak gibi bir divaneliktir.
Acaba ehadîs-i şerife, Kur’an’ı tefsir ederken Kur’an ile muvazene edilebilir mi?
Hakiki bir tefsirdeki âyâtın güzel hakikatleri, hakaik-i Kur’aniye ile muvazene edilebilir mi?
Halbuki risaleler ise doğrudan doğruya üstadı, menbaı, manası ve neticesi hakaik-i imaniye ve Kur’aniyedir ve o hakaikin bürhanlarıdır.
Madem hakikat budur, o risalelerde tezahür eden tevafukat-ı gaybiye, doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in bir nevi cilve-i i’cazıdır. Çünkü o risaleler, i’caz-ı manevîsinin numuneleridir ve onlardaki tevafukat-ı gaybiye, o i’caz-ı manevîsinin tecessüm etmiş bir nakşıdır, denilebilir. Çünkü o hakaikin mevzuniyeti ve intizamı ve güzelliğidir ki öyle muntazam libas-ı üslubu giyer, çıkar.
***
Kaç sene evvel Mu’cizat-ı Ahmediye içindeki i’caz-ı Kur’an’ı beyanda, aklı gözüne inmiş tabakasına karşı göz ile görünecek bir nakş-ı i’cazı kalp aradı. O zaman berk-i hâtıf gibi bir sahife-i Kur’aniyede mükerrer Lafzullah muntazam bir kavis suretinde göründü. O cihette Lafzullah’taki müteaddid emarat-ı i’caziyeyi yazmak lâzım iken bana unutturuldu, yüzüm başka cihetlere çevrildi. Yalnız karşı karşıya ve bir sahife arkasındaki sahifelerde böyle Lafzullah’ın tekraratı manidar bir nisbet-i adediye ile göründü. Hem bazı kelimat-ı Kur’aniye yapraklar arasında birbirine bakması ve muvazi gelmesi gibi birkaç cüz’iyata işaret edildi. Halbuki o cüz’iyat, o meseleye hiçbir cihetle kâfi gelmiyordu.
Bir zaman sonra Lafz-ı Kur’an ile Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmda tevafukat-ı gaybiye tabir ettiğimiz bir vaziyet-i hârikulâde gördük. İ’caz-ı Kur’an’a ait Yirmi Beşinci Söz olan risalede Kur’an lafzı o işareti verdi. Resul-i Ekrem’in mu’cizatında “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm” kelimesi aynen o işareti veriyordu.
İman-ı billaha dair olan sair müteaddid risalelerde Lafzullah o işareti vermedi. Çünkü Lafzullah nadir zikrediliyordu. Onun yerinde Cenab-ı Hak kelimesi, Sâni’-i Hakîm, Hâlık-ı Rahîm gibi sair esma-i hüsna ile tabir edilmiş. Lafzullah o erkân-ı imaniyenin en a’zamı olan iman-ı billah, risalelerin içinde en çoğuna, en mühimlerine sahip olduğu halde; i’caz-ı Ahmediye ile i’caz-ı Kur’aniyenin işaretleri gibi parlak işaret vermemiş.
Şimdi kat’iyen gördük ki o işaret ise Kur’an-ı Azîmüşşan, o kadar parlak göstermiştir ki hiçbir cihette ihtiyaç kalmamış ki başka yerde tezahür için cilvesi görünsün.
Evet, Kur’an-ı Azîmüşşan’da Lafzullah çok nuranî ve kesretle çok manidar ve vüs’atle çok nükteleri var. Ve hikmetle tekrar edilmiş ki akıl anlasa “Sübhanallah”, kalp derk etse “Bârekellah” ve göz görse “Mâşâallah” diyecektir.
Amma Lafz-ı Kur’an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ise Kur’an’da pek azdır ve o kısım da tevafuktan ziyade başka sırlara medardırlar. Onun için kanaatimiz geldi ki Kur’an’dan tereşşuh eden ve Kur’an’dan gelen risalelerde, Lafz-ı Kur’an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o işarete Kur’an hesabına mazhar edildi ve Lafzullah, Kur’an merkezinde bırakıldı.
***