Bu Hâfız Osman hattıyla yazılan aynı Kur’an’ı tetkik ettik. Başta Lafzullah olarak gayet manidar tevafukat-ı gaybiyeyi gördük. Ben kendi Kur’an’ımda o tevafukata birer birer işaret koydum.
Dikkat ettik ki satır ve âyetler ortasındaki fâsılalar intizamsız olduğu için tevafukatı kısmen bozmuş. Onunla beraber bize kanaat geldi ki tevafuk matlubdur. Çünkü tekerrür eden kelimat üstünde, tekerrürden gelen kusuru izale edecek bir ziynet ve bir güzelliktir.
Ve anladık ki sahife ve satırları değiştirmemekle beraber tekellüfsüz o tevafukat-ı matlube bir derece gösterilebilir ve onu göstermekle hatt-ı Kur’anîye bir zevk, bir şevk uyandıracak ve göz ile görünecek on emarat-ı i’caziyeden bir emare izhar edilecek niyetiyle, hizmet-i Kur’aniyedeki arkadaşlarımı meşveret ve muavenete davet ederek bu meseleyi nazarlarına arz ediyorum.
***
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da tevafukatın (Hâşiye[1]) envaı var. Tevafukat-ı nakş-ı lafzîden başka tevafukat-ı maneviyesi var. Hem çok manidar ve çok vardır.
Tevafukat-ı lafziyesi ise üç tarzdadır:
Biri: Tek bir sahifede,
İkincisi: Karşıki sahifede,
Üçüncüsü: Yapraklar arasında bir tevafuktur.
Birinci tarzı: Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinin unvanları olan risalelerde cilvesi in’ikas etmiş, görünüyor.
İkinci kısım: Bir zat-ı mübareğin yazdığı bir Kur’an’ı gördüm ki karşı karşıya sahifelerin tevafukatı kırmızı hat ile gösterilmiş. Demek o nevi de bir derece beyan edilmiş.
Üçüncü tarzı ise: Kur’an, kelâm-ı ezelî olduğundan ve kelime-i vâhid hükmünde bulunduğundan ve âyâtı birbirine bakmasından ve birbirini tefsir ve tekmil etmesinden anlaşılıyor ki: Bir sahifede kelimeler birbirine baktığı ve bir intizam-ı tevafukkârane gösterdiği gibi, Kur’an’ın mecmuunda aynı hal vardır.
Filcümle bazı numuneleri ve tereşşuhatı gördük ve bize kanaat-i kat’iye verdi ki o tereşşuhatın safi bir menbaı var.
Mesela: İki gün evvel Sure-i Nahl ve Sure-i İsra’yı okudum. Sure-i İsra’da iki yüz seksen beşinci (285) sahifede üç Kur’an kelimesini gördüm. İkisi tam muvazi, birbirine bakar. Üçüncüsü, terazinin dili gibi üstünde ve satırın başında durmuş. Merak ettim, tevafuk matlub iken neden bu dil nizama girmemiş? Birden hatıra geldi ki:
“Buradaki قُرْاٰنْ kelimelerinin vazifeleri yalnız bu sahifede değil, güzellikleri ve nizamları başka sahifelere de bakabilir.”
Baktım ki başta ve dördüncü satırdaki Kur’an kelimesi, üç sahife sonra وَقُرْاٰنَ الْفَجْرِ kelimesine bakmakla beraber, o قُرْاٰنَ الْفَجْـرِ arkasındaki فٖى هٰذَا الْقُرْاٰنِ kelimesinin zahr ve batnı hükmüne geçip kâğıt bıçakla kesilip çıkarılsa iki gözlü bir kelime olur.
Sonra muvazeneden çıkan اِذَا قَرَاْتَ الْقُرْاٰنَ kelimesine baktım. Sekiz sahife yukarıda Sure-i Nahl’de aynen
فَاِذَا قَرَاْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ
gördüm. Aynı satır, aynı vaziyet, pek manidar bir tarzda gördüm.
“Elhamdülillah anladım, bârekellah ne kadar güzel, mâşâallah ne kadar latîf vazifeleri var.” dedim.
***
Kur’an-ı Hakîm’in i’cazının envalarının perde altında kalması ve bilhassa göz ile görünecek nevi herkese görünmesi lâzım gelirken gizli kalması ve ileri gitmemesi beş sebep ve hikmetten ileri geliyor:
Birinci Sebep: Din ve iman ve teklif, bir tecrübe-i İlahiye ve bir imtihan-ı Rabbanîdir ki ervah-ı âliyeyi ervah-ı safileden, ulvi fıtratları süflî fıtratlardan ve yüksek istidatları bozuk istidatlardan birbirinden tefrik ve terbiye etmek için bir müsabakadır. Perdeli olmazsa müsabaka olmaz. Perdeli ve nazarî bir surette kalmak içindir ki o i’cazlar perdeli kalmışlar.
Yoksa herkes gözüyle görse idi, imanı kazanmaktaki müsabaka ve mücahede-i maneviye zembereği dururdu, terakkiyat olamazdı. Ebu Cehil de Ebubekiri’s-Sıddık gibi tasdik edecekti.
Onun için Kur’an-ı Hakîm akla kapı açar, “Haydi git, bul!” diyor. Fakat aklın elindeki ihtiyarı almıyor, ister istemez mecbur etmiyor.
İkinci Sebep: Umum mu’cizat için değil, yalnız şimdiki meselemize taalluk eden iki yüz eczadan bir cüz olan ve sanat-ı bedîiyede dâhil olan lafzî tevafukatı ileri sürmemesi ve gizli kalmasının sebebi şudur ki:
Kur’an-ı Hakîm bir maide-i semaviyedir. Ruhların gıdalarını, kulûb ve ukûlün erzaklarını câmi’dir. O gıdaların kapları ve zarfları hükmünde olan elfazdaki ziynet ve sanata nazar-ı dikkati celbetmek, o hakaike karşı bir gaflet perdesi olur, zarar olur. Onun içindir ki Kur’an-ı Hakîm, lafzî ve fenn-i bedîa ait mezayayı idame ettirmiyor; kafiyeyi değiştirir, sanatı fıtrî bir tarzda bırakıyor, kasdı işmam edecek ve nazar-ı dikkati celbedecek bir tarz vermiyor; tâ manadan zihni müşevveş etmesin ve hayal dahi kalbi aldatmasın.
Evet, ulema-i ilm-i belâgatın mabeyninde en kuvvetli bir kaideleri ve düstur-u esasîleri biri şudur ki:
Fenn-i maanî ve fenn-i beyana ait mezaya ve nükteler kasdî olmalı, irade ile emare üstünde bulunmalı, tâ belâgat üstünde bulunsun.
Fenn-i bedîa ait olan cinaslar ve sanat-ı lafziye gibi fenn-i bedî’ nakışları şart-ı makbuliyeti, adem-i kasddır. Yani fıtrî bir tarzda olmalı; yoksa tasannu, tasalluf ve teassüf ve tekellüf olur, belâgatı kırar.
İşte bu düstura binaendir ki belâgatta derece-i i’caz sahibi olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan sanat-ı bedîiyede fıtrî bir tarzda gidiyor. Manadan zihni çevirecek bir surette musırrane idame etmiyor.
Şu tevafukat ise o da fenn-i bedîa ait bir sanat-ı lafziye hükmüne geçtiği için, Kur’an-ı Hakîm Lafzullah müstesna olarak sair tevafukatta çok ileri gitmemiş. Fıtrî ve latîf ve manidar bir tarzda bırakmış.
Lafzullah ise birkaç cihette ayn-ı belâgat ve mahz-ı hikmet bir surette sırlara câmi’ vaziyetleri var.
Üçüncü Sebep: Gözle görünecek lafzî, nakşî mezayalar, mananın hüsnünden ve cemalinden ve intizamından ileri gelmezse kabil-i taklittir; kolayca onun naziri kasden yapılabilir. Halbuki i’caz, taklit edilmeyecek bir tarzda olacak. Hattâ bu tevafukat-ı gaybiye tabir ettiğimiz sanat-ı bedîa, i’cazın ecza-yı hakikiyesinden değil belki bir nevi i’cazın vazifesini gördüğü için i’cazın eczası içine dâhil olmuştur. Çünkü i’caz gösteriyor ki Kur’an kelâmullahtır, beşerin değildir.
Şu tevafukat-ı gaybiye dahi madem tesadüf işi olamıyor ve fikr-i beşerin düşünüşü değildir. O da delâlet eder ki o kelâm gaybdandır, beşerin değildir.
Eğer tevafukata kasd girse o delâlet hâssası kaybolur; i’cazdan olmadığı gibi, onun işini de göremiyor, soğuk bir şey olur.
İşte bu sırra binaendir ki risalelerde Kur’an’ın fıtrî, ulvi tevafukatından in’ikas eden cilvelerini üç dört sene sonra gördük ve hiçbir kasd ve şuurumuz taalluk etmediğine kanaatimiz geldikten sonra, onu Kur’an’ın bir keramet-i i’caziyesi diye ilan ettik ve ispat ettik.
Kanaatımız geldi ki Kur’an-ı Hakîm, kendi i’caz-ı manevîsinin tercümanları ve bürhanları ve unvanları olan risaleleri o keramet-i i’caziyeye mazhar etmiş, âdeta tevkil etmiş.
Bilhassa Kur’an’da az tekerrür eden Lafz-ı Kur’an ile Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, âyineleri olan Sözler’de tevafukat-ı gaybiyeye mazhar etmiş ve kendi merkezinde Lafzullah birçok esrar-ı i’caziye ile beraber o tevafukatı göstermiş. Biz de inşâallah Lafzullah’ın tevafukatını göze görünecek bir tarzda bir Kur’an’ı yazacağız. (Hâşiye[2]) Sair tevafukatı kısmen işaret edeceğiz.
Dördüncü Sebep: Kur’an-ı Hakîm madem umum beşerin umum tabakatının mürşidi ve muallimidir. Küçük bir kutudan tâ büyük bir sandığa kadar ayrı ayrı şekillerde yazılıyor, elbette bir kayıt altına alınmayacaktır. Eğer tevafukatı bir esas-ı mühim tutulsa idi, o tevafukatı muhafaza ettirmek için bir tarz-ı hat kayıt altına alınması lâzım gelirdi ve binler cilveleri muhtelif muzaaf surette kaybolurdu.
Beşinci Sebep şudur ki: Tevafukat müteşabih olur, iltibasa sebeptir. Hıfzı işkâl eder. Halbuki Kur’an’ın hıfzı ve hâfızlık ehemmiyetle matlubdur. Onun için şu nevi tevafukatı çok ileri sürmemiş.
***
[1]Hâşiye: Tevafukat ise ittifaka işarettir. İttifak ise ittihada emaredir. İttihad ise vahdete alâmettir. Vahdet ise tevhidi gösterir. Tevhid ise Kur’an’ın dört esasından en büyük esasıdır.
[2]Hâşiye: Lillahilhamd, öyle bir Kur’an’ı Hüsrev yazdı.